25 Aralık 2010 Cumartesi

Yılbaşı planları, ümitler, hüzünler vs...


Kutlamalardan uzak durmayı seçmişimdir hep. Babam gemici idi, hep uzak seferlere giderdi ve aylarca dönmesini beklerdik. Bırakın yeni yılı, yaşgünlerini; ölüm ve doğumlara bile zamanında gelmesi olanaksızdı.
Yani neyi kutlamak gerekse, biz hep bir kişi eksik mutlu olurduk.
Yıllar geçti, belki bir şeyler düzene girecekken annem veda etti bizlere. Şimdi herşey daha eksik.
5 yıl geçti üzerinden...

Bu sene ilk defa, yıllar sonra ilk defa! kutlamak istiyorum yeni yılı.

Sizin yılbaşı için planınız ne bilmiyorum. Ancak biz geçen sene

22 Aralık 2010 Çarşamba

İskambil kağıtlarının esrarı

Küçükken Sofi'nin Dünyası'nı okumuş muydunuz? Ben okumuştum, çok da sevmiştim. Yazar beni bissürü filozof ismi ve o filozofların bilimum gerekli,gereksiz sorusu ile tanıştırmıştı :)

(O bir masal anlattı :p)Ben büyüdüm ve 20'li yaşların son demlerinde bir insan olarak, Norveçli yazar Jostein Gaarder'in başka bir kitabını arkadaş hediyesi olarak aldım elime.

Kahramanımız küçük bir erkek çocuğu. Babasıyla beraber, evi terkeden annesi ANİTA'yı aramak için ATİNA'ya doğru yola çıkarlar.
Bu yolculukta cüce çıkar karşımıza, içmeseniz de tadının güzelliğini hayal edebileceğiniz mor gazoz'un varlığını öğreniriz.
İskambillerin sadece Joker kağıtlarını biriktiren bir kolleksiyoner vardır ayrıca, sırf bunu bilmek bile beni mutlu etti :)

Şimdi bu aralar hava soğuk ya, masal tadı verecek bu kitabı, sıcacık evinizde, roman kahramanlarıyla beraber Avrupa'da turlayarak keyifle okumanızı dilerim.

Fiat 500 "Italian Art" (III) - © databhi

16 Aralık 2010 Perşembe

Gap turu / Adıyaman * Nemrut Dağı

Bir de Peri bacalarını gördüğümde böyle güçlü bir etkiye maruz kalmıştım.
Kapadokya'dayken kendimi bir masal ülkesinde gibi hissedip, çocuklar gibi şen 3 gün geçirmiştim.
Nemrut Dağının tepesine ise, ufak bir minibüsle, ödüm patlayarak (keskin virajlar ve o kadar yüksekikten korktum evet! :)) ancak merak içinde çıktım.
Henüz yere yakınız, panik yok ;)

14 Aralık 2010 Salı

Delicious New York style pizza

Beklenen gün geldi çattı sayın seyirciler. Bu Cumartesi (teyzemin deyimiyle bu soğukta! evimizden kovulmuş gibi :) ) taşınıyoruz.

Büyük gün öncesi hem arkadaşlarım Sinem ve Müge ile buluşarak dopingimi aldım, hem de Turgut Bey'in davetiyle tanıştığım Olivia's Pizzeria'da birbirinde lezzetli yiyeceklerle kendime keyifli bir mola vermiş oldum ...

Ben çok konuşmasam da size lezzetleri fotoğraflarla anlatsam, aynı etkiyi yaratacak sanırım.
Çünkü

4 Aralık 2010 Cumartesi

Gap turu 3. gün ŞANLIURFA

Doğu diye tabir ettiğimiz bölgenin de doğusu var, Batı'ya doğru gittikçe modernleşen şehirlerde bunu daha net görüyoruz.


Urfa deyince aklıma İsot ve Balıklıgöl geliyor. (Öncelikli olarak İsot yanlız :) )


Urfa'da yaşayan halk gördüğüm diğer şehirlere nazaran daha farklı, sanki Urfa

30 Kasım 2010 Salı

İnteraktif korku filmi / Sinemaya yeni bir boyut mu geliyor ?

Bayılırım korku filmlerine.
Hem ağlarım hem giderim modumda, korka korka ama ayıla bayıla izlerim. (Sanki mecburum? :) )


Peki sizin korku filmi izlerken 'ah evladım arkada bak', 'hayır ona güvenme' vs. gibi  'ya şöyle olsaydı' dediğiniz olur mu?


Bakın bir şirket ne yapmış,
Anneciimmm!!!

28 Kasım 2010 Pazar

Hoşuma giden portmantolar / İKEA

1 ay sonra yeni bir eve taşınmış olacağız.
Şu an merkez sayılan bir yerden, taaa şehrin arabasız ulaşılamayacak uzak bir bölgesine gidiyoruz. Umarım verdiğimiz karardan pişman olmayız. Tekrar tekrar taşınacak gücü kendimde bulamıyorum çünkü.

İşim gereği projelendirme olayının hastasıyım :) Eşim 'bir sakin ol Seda'  tandansında tepkiler verse de, elimde değil şimdiden

24 Kasım 2010 Çarşamba

Hoşuma giden laptop çantaları

Ne güzel laptop çantaları var,
Yetenekli olsaydım da zevkime göre kendim dikebilseydim keşke ... :(




Biz bunun içine ruj, parfüm, elma falan da koyarız.


Bunu çok sevdim, dergilerimle ve laptop bir arada! Üstelik sırtta taşıyabilirsiniz !
Macbook air için sleeve, şık bir kılıf

Kimilerinin de ciddiyete ihtiyacı var tabi




Kaynaklar:
www.etsy.com

22 Kasım 2010 Pazartesi

GAP turu 2. gün / Mardin



Mardin diyorum arkadaşlar, biri akan suları durdursun lütfen!
Ahh nasıl da, 'iyi ki gelmişim!' dedirttiren bir şehirsin sen? Varsan baksan çorak bir arazi, ne denizleri var masmavi insanı etkileyecek ne yemyeşil ağaçları.
Ama o tarihe bulanmış yapıları yok mu?


Gece ışıklandırılmış kalesi, görüntüsüyle büyüleyen üniversitesi, samimi ve sıcak çarşısı, sokakları, evleri, yemekleri,  insanları...

Sokkalarda ve çarsınında keyifle gezdik, turda tanıştığım güzel insan Çiğdem ve eşi Apo ile.
Ha evet böyle güzel bir tesadüf oldu, gece eğlenmek için Kalenin alt tarafında kalan Seyr'i Mardin'e gittik, bu sırada ben blogumdan bahsettim arkadaşlara, Çiğdem de blogger değilmiymiş! Birbirimizden ayrılmadık gezi boyunca. Bir nevi hemşerilik müessesi bu bloggerlık, bana hissettirdiği bu oldu diyim yada :)

Çarşının içinde bir Cafe'de MENENGİÇ KAHVESİ içtik. Bana söylenen Siirt menşeiliymiş, ama Antep'te de yapılıyor. Fıstık'tan yapılıyor çünkü. Bizim içtiğimiz Sütlü idi, inanın tadı hala damağımda, herkes sevmeyebilir ağır biraz çünkü ama ben bayıldım, olsa da şimdi yine içsem keşke!

Sonra yemek için Cercis Murat konağı'namı yoksa Kaburgacı Selim Amca'ya mı gitsek diye ikilem yaşadık. Ben gibi İstanbullu için nafileydi çünkü iki restoran da İstanbul'da mevcut, fiyat açısından Selim Amca daha sempatiyle yaklaşınca gittik grupça 'kaburga dolması' yemeğe.
Her ne kadar biraz ağır olsa da tadını çok sevdim, daha önce Bostancı sahildeki Cercis Murat'da yemiştim ancak Selim amca burun farkıyla önde gider bence. Ki Hatay'ı beklemeyin, künefeyi de ayrıca burada tadın derim, çıtır çıtır...


En çok bu şehri sevdim Güneydoğu Anadolu illeri içinde.
Hani bulursanız uçak bileti uygun fiyata, düşünmeyin Mardin'e doğru yol alın bir haftasonu. 2 gün tam gelecektir, hatta biraz tadı damağınızda kalacaktır, ki kalsın da! Böylece tekrar gitmek isteyin benim gibi, gezmeye bir sebebiniz olsun ;)








20 Kasım 2010 Cumartesi

Ahmet Ümit Röportajı

Geçtiğimiz aylarda Ajanda Dergi'de yayınlanan, Ahmet Ümit'le yaptığım röportaj bu kez de kaçıranlar için gelsin :



·         Romanlarınızda yarattığınız karakterlerin bir parçasının Ahmet Ümit’in kendisi olduğunu söylediniz. Yine de tüm kitaplarınızı değerlendirdiğimizde, kendinize en yakın bulduğunuz karakter kimdir?

Evet, yazdığım bütün karakterler, kendi duygu ve düşüncelerimden yola çıkarak oluşturduğum kahramanlardır. Çünkü her insanda bütün insanlığın özellikleri vardır. Ama bunlar içinde kedime çok yakın hissettiğim bazı karakterler de var tabii. Örneğin Patasana karakterini kendime çok yakın bulurum. Çünkü, hayata büyük bir coşkuyla başlar ama giderek insanların bu muhteşem yaşamı nasıl kötü hale getirdiğini anlar. Büyük bir düşkırıklığının içine düşer. İntikam almak ister ama bu yolun kendisini daha da beter bir hale getireceğinin farkında değildir. Onun karşılaştığı yıkımı, içinde kopan büyük fırtınayı çok iyi anlıyorum. Başına gelenler için onu öteki karakterlerimden biraz daha fazla seviyor olabilirim. Yine Kukla romanımdaki Adnan Sözmen karakterini de, kaybetmiş biri olduğu için biraz daha fazla seviyor olabilirim.


·         Kitap yazma sürecinde önce kişilere mi karar verirsiniz, mekanlara mı, olaylara mı? Belirlediğiniz bir yönteminiz var mı?

Önce fikir gelir. Örneğin İstanbul hakkında bir roman yazmak fikri doğunca, şu soruları sorarım. İstanbul’la ilgili neyi anlatacağım? Roman hangi dönemde geçecek? Bu soruların yanıtlarına göre araştırmaya başlarım.  Okumalar, incelemeler, uzmanlarla konuşmalar, geziler... Araştırmam ilerlerken, yani yazacağım konuyu öğrenmeye başlarken, romanın hikayesi de belirginleşir. Hikayeyle birlikte kurgu ortaya çıkar. Kurgunun ardından da karakterlerin kimler olacağı ve nasıl niteliklere sahip olacaklarına karar verilir. Onlar hakkında ayrıntılı notlar tutar, fiziksel özelliklerinden tutun da psikolojik niteliklerine kadar herşeyi ayrıntılarıyla anlatmaya çalışırım.



·         Beyoğlu Rapsodisi’nde Beyoğlunda rehberlik ettiniz bize, İstanbul Hatırası’nda ise tarihi yarımadada. Tek başınıza İstanbul gezilerine çıktığınızı tahmin ediyorum, hangi semt yada mekanlar size huzur verir? İstanbul dışında etkilendiğiniz şehiler var mı?

Tarihi yarımada’yı çok severim. Balat’ın, Kocamustafapaşa’nın ara sokaklarında, yoksul evlerden yemek kokuları etrafa yayılırken gezmeye bayılırım. Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’nin bahçesinde oturmayı dünada hiçbir şeye değişmem. İnsana büyük bir dinginlik, huzur verir. Hafta arası adaları gezmeyi de çok severim. İnsansız sokaklarda, tembel kediler gibi aylak aylak dolaşmak gibisi yoktur.

İzmir’i çok severim, Konya’nın bazı semtlerini, yine Bursa’nın bazı semtlerini, Mardin’i özellikle de Midyat ilçesini, Eskişehir’i tabii Gaziantep’i... Bu şehirlerde birkaç gün geçirmek, turist gibi değil sanki orada yaşıyormuş gibi hissetmek, benim için muhteşem bir deneyimdir.


·         Genç Türk yazarlarını okur musunuz ?
Tabii okurum, ülkemiz edebiyatının geleceği onlardır. Genç Türk yazarlarının neredeyse çıkan her kitabını alırım ama yalan olmasın beş on sayfa göz ataram, beni sararsa devam ederim, sarmazsa bırakırım. Bu o kitabın kötü olduğu anlamına gelmez, belki de ben anlamamışımdır. Ama anlamak için tekrar tekrar okuyacak zamanım olmadığından ne yazık ki bırakmak zorunda kalırım.


·         Şu sıralar Türk Televizyonlarında da polisiye diziler boy göstermeye başladı. Kurgu, oyunculuk ve bütünlüğü göz önüne aldığnızda, yarattığı etkiyi nasıl buluyorsunuz ? Sürekli takip ettiğiniz bir polisiye dizi var mı yerli yada yabancı ?

Ne yazık ki ülkemizde polisiye dizi olarak adlandırılan dizilerin neredeyse çoğu polisiye olmaktan çok uzaktır. Çünkü polisiye dizi, ne polislerin yaşam hikayesiyle sınırlıdır, ne de racon kesen mafya şeflerinin cinayetlerini anlatır. Polisiye dizi, gizemli suçu anlatır. Henüz ülkemizde televizyon izleyicisinin böyle bir dizi izleme kültürüne sahip olduğunu düşünmüyorum. O yüzden yapımcılar, sağlam polisiye diziler değil, ya polislerin traji-komik öykülerini, ya yarı deli polisler karakterlerinin gündelik yaşamlarını ya da suç örgütlerinin başından geçmesi muhtemel öyküleri anlatmayı seçiyorlar. Zekadan yoksun, bol şiddet, bol komiklik, bol saçmalık içeren diziler. Çünkü halk bundan hoşlanıyor, inceden inceye tasarlanmış, düşünülmüş, zekaya dayanan senaryoları takip edecek bir anlayış henüz bizim televizyon izleyicisinde oluşmamış durumda.

Amerikalıların yaptığı CSI (Olay Yeri İnceleme) öykülerini anlatan dizileri ise ruhsuz ve fazla teknik buluyorum. Cinayetin insanlar üzerinde yarattığı tahribatı aktarmak yerine, kurşunun ya da bıçağın insan bedeninde yarattığı tahribatı anlatmayı tercih ediyorlar. Oysa şiddetin yükseldiği günümüz toplumunda, duyduğumuz gereksinim şiddetin açmaz bir yol olduğunun anlatılmasıdır. Cinayetin ölümü yüceltmekten başka bir işe yaramadığının altının çizilmesidir.


·         Bir sonraki kitabınıızn konusu belli mi? Komiser Nevzat’ın hayatını okuyacağız galiba, eşi ve kızının başına neler geldiğini...

Hayır, Nevzat’ın ailesinin başına gelenleri bir başka romanda okuyacağız. Sıradaki roman tarihi bir polisiye. Daha doğrusu tarihi bir politik komplo. Gerçek bir olayı anlatacağım ama Bab-ı Esrar’ romanımda başıma gelenlerden sonra romanın konusunu artık açıklamıyorum. Sadece, Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli bir padişahının iktidar olduğu dönemde yaşanan, soluk kesen bir politik suikasti kaleme alacağımı söyleyebilirim.

12 Kasım 2010 Cuma

SURNAME 2010 / İ.B.B. Şehir Tiyatroları oyunu

Heyyoo! Çok eğlenceli bir oyun izledim bugün!


Ay bir dakika, afilli bir giriş yapacaktım ben. Ehem, öhöm...


- 'Surname diye okunuyor sanırım' dedi esmer olan.
- 'Sörneym de olabilir' dedi doğal sarışın. 


Yine ilginç bir tiyatro oyun başlığı daha. Yada ilginç olan 'SURNAME 2010'u  haftalarca nasıl okumam gerektiğini bilememem.


Meğer yazıldığı gibi okunacakmış çünkü 'Surname' Türkçe bir kelime ve 'Sultan düğünlerini, büyük şölenleri konu edinen divan koşuk türü' imiş... 


Oyunu yazan ve yöneten Yiğit Sertdemir de yaptığı işleri takip edilesicelerden.
Oyuncu kadrosunu da yürekten tebrik etmem gerek, ki zaten seyirci koltuğumdan kendilerini bolca alkışladım, içim rahat.


Ayrıca maske-Kukla-Kostüm tasarımcısı Candan Seda Balaban'ın peşine düşeceğim tez zamanda, Ajanda Dergi için bir röportaj almadan bırakmam :p


Gelelim oyuna, şimdi oyun başlıyor, Sühendan Hanım'la tanışıyoruz. Çok şanslı, çünkü eşinin ona bir süprizi var. İşte sonrası şenlik, eğlencelik !


Işık, dekor ve kareografi de oyunun bütünlüğünü hiç bozmamış, güzel bir uyum içinde akıp gidiyor sahneler.



Benim oyundan anladığım zamanın İstanbullularının günlük telaşesi daha havadan sudan imiş, eğlenceleri daha şenlikli.
Günümüzde ise İstanbullular hep bir koşuşturmaca içinde, trafik, kalabalık toplu taşıma araçları, deprem, gösteriler vs. vs.




Filifu'ya tabiki gönderme var (İmgeciğim :)), İstanbulbazlı sahneler ise en eğlendiklerim oldu.


Ayrıca 'Duman' müzik grubuna da bir gönderme vardı ki (bence tabi), gayet eğlenceli :p


Hani çocuğunuzu alın yanınıza, yada sevgilinizi, yada arkadaş grubunuzu, bulabilirseniz en ön koltuklardan ayırtın yerinizi ve eğlencenin tadını çıkarın.


-- Oyun tek perde ve 1.30 saat sürüyor --




Bir de yönetmenin içten bir yazısı va oyunla ilgili onu paylaşayım son olarak :
Çok küçüktüm. Daha doğru düzgün yürüyemiyor muydum ne... İzmir’de tam Üçyol’a bir meydan kurulurdu. Meydanın ortasında da koca bir çadır. İçinde türlü hünerler, gösteriler... Ben ağzı açık seyreder, gıpta ile, kıskançlık ile düşler kurardım içinden o çadırın geçtiği.
Çok küçüktüm. Son yazlık sinemalara ağabeyimle, ablamla kaçar, gizliden çiğdem çitleyerek filmler seyrederdik. Yaşar Usta’ları, Ferit’leri, Güdük Necmi’leri, Şekerpare’yi, Vecihi’yi... Gülerdim. Ama nasıl çok gülerdim. Oradaki herkes gülerdi. Görseniz, sanki birbirini hep çok sevmiş insanlardı tahta sandalyelerde yan yana oturup kahkahalar atan.
Çok küçüktüm. Yolun köşesinde bir boyacı çocuk; sandukası devrilmiş, boyaları dağılmış, çökmüş olduğu yere ağlardı. Herkes koşardı boyacının yanına, elbirliği ile dağılan eşyalarını toplar, çocuğa da üç beş kuruş verip sırtını sıvazlardı. Sonra hep beraber silinirdi dağılmış boyanın yerde yarattığı iz. İsmini bilmediğimiz sübyana, omuz omuza sahip çıkardık biz.
Çok küçüktüm. Güzelbahçe’de, evlerin ortasında koca bir masa. Masanın üstünde herkesin evinden getirdiği yemekler. Bir yandan şarkılar söylenir, bir yandan sohbetler edilirdi. Birinin derdi varsa, gözyaşı herkesin içinden geçer, toprağı öyle delerdi. Komşusu açken, tok yatan olmazdı. Herkesin yüzü gülmeden, kimse gidip uyumazdı.
Büyüdüm bir ara. İstanbul’a gelmek icap etti.
İstanbul, büyüklüğüme denk geldi. Kayboldum. Yalnızdım. Anlamadım. Kalabalıktı. Görmüyordu kimse kimseyi. Sanki İstiklal, bir ruhlar resm-i geçidiydi. Sevmedim şehri! Sandım ki, kabahat İstanbul’un... Hâlbuki büyümüştüm...
Bu oyun, bir özür. Bir hatırlama. Bir barışma vesilesi… İstanbul’la... Birbirimizle...
Yüreğimizde bir boşluk. Boşluğun içinde koca bir şenlik. Şenliğin içinde ortak gördüğümüz bir düş.
Özlediğimiz her şey! Bir arada durmak. Yan yana, fark olmaksızın.
Çevrenize bakın. Yanınızdakine, yörenizdekine.
Çekin tutun kolunu. Bırakmayın.
Sarılın. Benden söylemesi.
Sımsıkı sarılın.
Ortak aklın, ortak emeğin ürünü... Bir ekip ve emek oyunu. Beğendiğiniz her şey, ekibin başarısıdır. Beğenmediklerinizse benim kabahatim.
Düş sizin, gerçek sizin.
Şenliğinizi başlatın.
Düşmemek için...
Birbirinize sahip çıkın...
Yiğit Sertdemir 

11 Kasım 2010 Perşembe

Şu sıralar günlerimin yarenleri

  • Kıymetli blog 'Kediler ve kitaplar'da, Çavlan'ın bahsiyle tanıştığım 'Machinarium'.Bilgisayarınıza kolayca yükleyerek oynayabileceğiniz bu oyun haakında detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Ben yeni bitirdim ve geçtiğimiz haftalarda ciddi bağımlısı olmuştum.


  • İnkilap kitabevi'nin dergiler köşesinde tesadüfen rastlaştığım 'Roman Kahramanları'. Eğer bu ay Tenten'den bahsetmiyor olsalardı belki algımda bir seçicilik yaratmayacaktı. Ancak sayfalarca Tenten ile ilgili yazmışlar. Hatta Küçük Prens ile ilgili de. Üç ayda bir çıkan bu edebiyat dergisini gönül rahatlığıyla öneririm. En son 2004 yılıydı sanırım, PİCUS'u okumuştum böyle zevkle.


  • Ben de kadrodayım diye demiyorum :) her sayfası zevkle okunan Ajanda dergi. Oturduğunuz yerden rahatlıkla okuyabilirsiniz, sinema, tiyatro, gezi, kültür-sanat takvimi, röportaj... Kendinize uyan bir konu seçip tadını çıkarın... http://www.ajandadergi.blogspot.com


  • Ve bir de son olarak her günkü sıradan ve keyifli alışkanlığım. Yandaş medya bahane, Blog okumak şahane! :)

    9 Kasım 2010 Salı

    Güneydoğu Anadolu (GAP) turu hala :) 1. gün

    1. günün sabahı her yere şaşkınlıkla bakakalışımın ardından, Diyarbakır'ı terk edip, Batman'a doğru yola çıktık.
    Kafamda imajı oluşan Batman'la gördüğüm Batman arasında oldukça fark vardı.
    Şehir merkezindeki binalar gayet moderndi, hazır giyim markalarından oldukça ünlülerinin büyük mağazaları vardı.(Adidas ve Levi's gibi) Yolları geniş ve bakımlıydı.


    Derken Batman'ın bir ilçesi olan Hasankeyf'e doğru yolculuğumuz devam etti.
    Bilirsiniz, hani baraj yapılınca tarihi eserler, yerleşim alanları ve şu an içinde yaşanan evlerin baraj suları altında kalacağı ilçemiz.



    Bu gördüğünüz akan nehir Dicle ve baraj suları da bu antik yerleşim alanını sular altında bırakacak.

    Nihai yorumu size bırakıyorum ama özenmeden edemeyeceğim, yurtdışı gezilerimde görüyorum ufacık taş parçaları, kapıları bile şehir haritalarında TARİHİ ESER olarak işaretlenmiş, turist çekiyor. Benim memleketimde ise böylesine değerli yerler korunmak bir yana özenle(!) yok ediliyor.

    Hasankeyf içinde bir antik kenti barındırıyor. Maalesef biz içini gezemedik, çünkü geçtiğimiz aylarda yaşlı bir amcanın üzerine taş düşmüş ve bu olay ölümle sonuçlanmış. Önlem olarak da şu an antik kentin içine turistlerin girmesi yasak.

    Ne kadar etkilendim size anlatamam, sokakları, evleri, sahip olduğu tarihi geçmiş ile Hasankeyf kesinlikle büyüleyici ve gidip görülesi bir yer.






    İstanbul'un boğaz manzaralı yalıları varsa, Hasankeyf'in de nehir manzaralı evleri var :p

    Peki ya bu leyleğe ne demeli? Minarenin üzerine yuva yapmış, sağolsun uçtu fotoğraflandıktan sonra da böylece leyleği havada görmüş oldum.





    8 Kasım 2010 Pazartesi

    Paul Cezanne resimleri

    Bendeniz, fotoğrafa 'resim' demeyen blogger'ınız Seda; şööyle güzelinden iki Fransız resmi paylaşayım dedim 9 günlük tatilimiz öncesi sizinle.
    İçimiz açılsın, bayramda Paris'e yolu düşecek olanlar Musee d'Orsay'ın kapısını aşındırsın !


    Ressamımız Cezanne empresyonist, yani izlenimci.
    Alın size bir de empresyonizmin sözlük anlamı : Sanatta, dışetkilerin içe yansıması, içte izler bırakmasıve bu izlere dayanarak sanat eserlerini yaratması.








    5 Kasım 2010 Cuma

    Bu binalar hapşırdığınızda yıkılıyor, ha ha haaa hah hapşuuu!

    Minicik bir velet iken bayılırdım iskambil kağıdından evler yapmaya.
    Tıpkı Bryan Berg gibi, kendisi mimar ancak kulvarı farklı. İskambil kağıdından harikalar yaratıyor ammaaaa maddeci bir insan değil gözü anında kararıyor, atıveriyor şaheserinin üzerine karpuzları, hatta attırıveriyor başkalarına da, onca emeği anında yerle bir oluyor.

    Bryan'ı kendime bu anlamda da yakın buldum, yıllarca itinayla tuttuğum günlüğümü 18 yaşında bir sobanın içinde cayır cayır yakıp, bundan psikopatça bir zevk almıştım :)

    5-15 Ekim tarihlerinde Cevahir alışveriş Merkezi'nde imiş, iskambil kağıtlarıyla ve şovlarıyla tabi...
    Ayasofya Camisini ve Galata Kulesini itinayla yapıp, itinayla(!) yıkmış.
    Aşağıdaki videoda gösterisini izleyebilirsiniz, bu da kendisinin remi web sitesi : http://www.cardstacker.com


    Bu Binalar Hapşırdığınızda Yıkılıyor!
    TEB KOBİ TV.